İstanbul’da birbirine yürüme mesafesinde bulunan İstanbul Bienali’nin 6
farklı mekanında sergilenen işleri gezmek için 3 ayrı noktada bulundum. Bienal bu
yıl iyi bir komşu teması ile yola çıkmıştı. İlk defa küratörlüğü iki sanatçı
üstlenmişti. Komşu teması ile bianel, ev, aidiyet, yerinden edilme, göç gibi kavramlar
üzerinde çalıştı.
Pera müzesinden başladığım yolculuğum devamında İstanbul Modern,
sonrasında ise Galata Rum İlkokulu ile son buldu. Pera müzesinde isteyenin
oturup fotoğraf çektirdiği ahşap enstalasyon görevliye sorulduğunda oturulmuyor
dendiği için herkese yar olmadı. Pera müzesinde bir işin etiketini çekerken
görevlinin bir yandan bağırıp bir yandan koşa koşa yanıma gelerek bu eserin
fotoğrafı çekilmiyor denmesi üzerine başlayan gerilimim; her baktığım eserde
takip edilme hissi ve kendimi suçlu hissetme psikolojimle birlikte müzeden
çıkana kadar sürdü. Eseri çekmemiştim oysa. Pera Müzesi’nde en farkındalık sahibi olduğum iş Pekin’de
yaşayan işçilerin kaldığı tek göz odadan manzaraların bulunduğu fotoğraflardı.
Ev kavramını tekrar sorgulamaya zemin hazırlıyor, bir yandan da sizi bir iç
hesaplaşmaya sürüklüyordu.
İstanbul Modern’nin Pera Müzesine göre hiyerarşi kavramını biraz daha
insanileştirmiş olmasından mıdır nedir İstanbul Modern daha rahat hissettiğim,
sıcak baktığım bir ortam oldu. Her eseri tek tek inceleyebildim. Mekanın genişliği
bu imkanı sağlıyordu. Genel olarak hacimce büyük ve geniş eserler daha çok burada
sergilenmişti. Moderndeki en etkileyici eser "Feryat" isimli heykeldi fakat
fildişinden yapıldığını öğrenince ikinciliği benim için daha anlamlı
malzemelerden oluşan Alper Aydın’ın Kuzey Ormanları'ndan alınan doğal
malzemelerle üretmiş olduğu enstalasyonu aldı.
Sonraki durağım İstanbul Galata Rum İlkokuluydu. Bu binanın enerjisi
beni çok etkilemişti. Samimi ve doğal ortamı, her bastığınızda ahşaplardan çıkan
seslerin ritmi, fayanslı odaların çıkarılamamış pas lekeleri, atmosferi büyülü
yapan en güzel detaylardı. Bir zamanlar yine benzeri bir işleve ev sahipliği
yapmış olan okulun didaktik duruşu ortadan kalkmış yanağından makas alınca
yumuşayan, yüzü asık okul müdürü gibiydi. Sevinmiş ama çekimser.
Burada bahsedeceğim sanatçı
bienalde kendimle en çok özdeşleştirdiğim sanatçı oldu. Andrea Joyce Heimer... Çocukluğunda büyümüş olduğu ABD’nin Montana eyaletindeki evlerinde otururken
başından geçen anıları resmeden sanatçı kurşun kalem ve akrilik boya kullandığı
resimlerini birer minyatür gibi çizmişti. Resimlerdeki küçük ama en ince ayrıntısına
kadar düşünülmüş detaylar ve canlı renkler göz alıcıydı.
Eserlerini genelde ahşap yada kağıt üzerine akrilik boya ile çalışmış
sanatçı eğlenceli anlatımı ve Galata Rum İlkokulu’nun duvarlarına kurşun kalem
ile yazdığı anılarıyla üslup farklılığı yönünden en dikkatimi çeken sanatçı
oldu. Yaşadığı anıları en gülünç ve absürt haliyle resmeden ve buradan
çıkardığı komedi unsurlarını saklamadan ortaya döken sanatçıyı kendime yakın
hissetmem sürpriz değildi.
Yapılan resimlerdeki komedi unsurlarına mı güleyim, yoksa bulunduğumuz coğrafyada saray eşrafının ve önemli meselelerin resmedildiği minyatürlerin sanatçının kendi
hayat hikayesine dönüşmüş olmasına mı? Seçmiş olduğu anlatım biçimi aslında
muhafazakar yönetim biçimine sahip coğrafyaların başvurmuş olduğu teknik iken ve
genelde soylu insanların resmedildiği bir biçimken sanatçının
arkadaşlarını ve sıradan olayları resmetmesi resimlerde çıplak çarpık bedenlere
sıkça başvurmuş olması zaten esprili bir dil gözetmiş olan eserlere bakışımı
daha da keyifli hale getirdi. Özellikle dini konularda yapılan minyatür
çalışmaları tam bir çağdaş sanat eserine dönmüştü. Ortada çıplak bir modelin
olduğu bir resim dersi, evde verilmiş bir parti, ev bahçesine konmuş değişik
bir kuşun etrafında toplanan insanların talepleri, kız kardeşinin çıplak bedeni
karşısında yapmış olduğu yorumu ve hayatının bir çok anında yaşadıklarını
çizmişti Andrea.
Andrea’nın eser etiketleri kapı girişinde son bulmuştu ve eserlerin
hikayesi her çalışmanın yanında duvara kurşun kalem ile yazılmıştı. Bu
farklılığın bana verdiği mesaj samimiyetti. Bana göre eser etiketleri fiyakalı,
boyalı, nizami ve kurallar bütününden oluşmaktaydı. Fakat el yazısı öyle mi ? Şirin mi
şirin, kargacık burgacık üstünlüğü hemen göze çarpıyordu. Bu niye böyle, bunun
ayrıcalığı mı var diye düşündüm ve eserleri inceleyince sebebini anladım.
Sanki bu eserleri bir arkadaşım yapmıştı. Bienalin en neşeli komşusu bu sanatçıydı. Kendi
özel hayatını ve hikayesini bana anlatmayı tercih etmişti çünkü. Mesafeleri yok
eden sanatçının en güzel özelliği anıları yazarken kendiyle ve olaylarla dalga
geçebilmesiydi. Bir bienal sanatçısı olduğunu düşünmeden gezdim eserlerinin bulunduğu odayı. Yüzümü gülümseten en güzel odaydı bu.
Sonradan birkaç kere daha uğradığım doğrudur.